HOŞGELDİNİZ - مرحبا بكم - WILLKOMMEN - WELCOME - ようこそ - BIENVENUE - BIENVENIDOS - ДОБРО ПОЖАЛОВАТЬ -

HOŞGELDİNİZ - WELCOME - WILLKOMMEN - مرحبا بكم - ようこそ - BIENVENUE - BIENVENIDOS - ДОБРО ПОЖАЛОВАТЬ

26 Eylül 2011 Pazartesi

VAHAPZADE’NİN ÜLKESİ AZERBAYCAN

VAHAPZADE’NİN ÜLKESİ AZERBAYCAN


Ayrılır mı gönül candan
Türkiye Azerbaycan’dan


10.45’te Ankara’dan Bakü’ye hareket ettik. Çankırı, Trabzon, Batum üzerinden geçtikten sonra yaklaşık iki buçuk saat süren bir uçuştan sonra Bakü semalarındaydık. İlk başta derin bir hayal kırıklığı yaşadığımızı söylemeliyim. Bozkırın ortasında petrol kuyuları ve rafinerileriyle çevrili bir şehir, varoşların izbe görüntüleri, siyah-gri beton yığınları içinde bir avuç yeşillik, değişik renklerde küçük göletler...

Saatlerimizi Azerbaycan saatine göre ayarladığımızda zaman yönünden iki saat kadar karımız oluyor. Havaalanından kalacağımız eve giderken Bakü’nün hiç de yukarıdan göründüğü gibi olmadığını fark ediyoruz, şirin ve sıcak bir şehir...
İlk işimiz meşhur Azadlık Meydanı’na gitmek oldu. Uzun yıllar Türkiye’de yaşamış mihmandarımız Fuat’ın anlattıklarına göre Azerbaycan bağımsızlığını kazandığında bu meydanda iki milyona yakın insan toplanmış ve muhteşem bir kutlama yapılmış, bu kutlamanın bir benzeri ise Türkiye, dünya kupasında derece aldığında görülmüş. Meydanın bitiminde sahil ve Hezari kucakladı bizi... Azeriler Hazar Denizi’nden esen rüzgara “Hezari”, karadan esene ise “Berri” diyorlar. Bakü’de an yok ki rüzgar olmasın. Zaten ismini de bundan almış, Bakü Arapça’da “hortum” anlamına geliyor.

Sahil boyunca geniş ve büyük bir yürüyüş alanı mevcut. Buraya akşamları iğne atsanız yere düşmüyor. Bu alanı geçerek meşhur “Mirvari Restoran”a geldik. Mirvari, nehirden çıkan inci tanesi anlamına geliyor, restoranın mimari tarzı ise ismiyle müsemma... Yemek öncesinde meşhur “acıga”nın yanısıra çeşitli garnitürler yetirmeyi ihmal etmiyor, garsonlar. Acıga, adından da anlaşılabileceği gibi insanı acıktıran domates ve biberin yanı sıra çeşitli baharatlardan oluşan bir karışım. En meşhur yemekleri kebaplar oluşturuyor ve tabii ki başta lüle kebabı. Lüle bizdeki Adana kebabına benzer bir kebap türü. Balık pastırması ve hama adı verilen süt ile tereyağı tadı arasındaki yiyecekleri bize yabancı olmasına rağmen oldukça lezzetli. İçki oldukça yaygın. Kendi tabirlerince bize “kulluk eden” garsonlar enva-i tür içki adı sayıyorlar arak -rakı-, votka, bira vs. Ancak kullanmadığımızı söylediğimizde mahcup bir edayla ayrılıyorlar, yanımızdan. Masamızdaki meyve suları, ketçap vs. Türk firmalarının buraya ithal ettikleri ürünler arasında.

Para birimleri Manat. Azeriler paraların üzerlerindeki figür ve resimlere göre onlara çeşitli isimler takmışlar. Beşbin Manat’ın üzerindeki Mehmed Resulzade’nin resminden dolayı buna “Memed”, onbin Manat’a Şirvanşahlar Sarayı’nın resminden dolayı “Şirvan”, en büyük paraları olan ellibinliklere ise yine üzerinde Nahçıvan’a ait bir resim bulunduğundan “Nahçıvan” adını veriyorlar.

Bakü’nün şehir merkezi hariç hemen her yerinde petrol kuyuları mevcut. Hazar’ın ortasındaki devasa petrol kuyularını gördüğümüzde buranın taşının da toprağının da denizinin de altın olduğunu düşünüyoruz bir an. Azeriler bu kuyulara “neft quyuları” diyorlar. Azerbaycan ekonomisin temelini petrol ürünleri ve doğal gaz oluşturuyor. Bu pazarın büyük bölümünün Amerikan, İngiliz gibi “gelmeler”in elinde olduğunu öğrendiğimizde büyük bir hüzün yaşıyoruz. Petrol ve doğal gazın yanı sıra hayvancılık, sanayi, madencilik, dış ticaret alanlarında da büyük yatırımların varlığı dikkatimizi çekiyor. Hem Azeriler, hem de dışarıdan gelen yatırımcılar Azerbaycan’a 10 yıl sonrasının Dubai’si olarak bakıyorlar.
Buradaki Türk yatırımcıların faaliyetleri anımsanmayacak ölçüde büyük, ancak yeterli olduğunu söyleyemeyiz. Şu an Azerbaycan’da 300’e yakın Türk şirketi faaliyet göstermekte, toplam yatırım miktarı 2 milyar dolar olup, bu şirketlerde yaklaşık 30.000 işçi istihdam edilmekte. Azerbaycan’ın hemen her şehrinde Türk işletmeci ve işadamlarıyla karşılaşmanız mümkün. Petrol ürünlerinden tekstile, gıdadan mobilyaya, basından eğitime kadar pek çok alanda faaliyet gösteriyorlar. Azerbaycan stratejik açıdan oldukça önemli bir bölgede. Burada “istihsalat” –üretim- yapan bir şirket ürettiği malları Rusya, İran ve diğer Türk Cumhuriyetlerine oldukça rahat ve kolay bir şekilde ulaştırabiliyor. Ancak son dönemlerdeki gümrük oranlarının artmasıyla ticaretten çok üretime ağırlık verilmiş durumda. Bir tır dolusu ticari mala mukabil ödenen miktar oldukça yüksek. Buna rağmen Azerbaycan, her yönden büyük bir pazar ve işin enteresan yönü bu pazarda hemen her malın alıcısının olması.

İnsanların Türkiye ve Türk insanına karşı muazzam bir sempatisi var. TV kanallarımızı izliyor, şarkıcılarımızı dinliyor, bizim derdimizle dertlenip bizim sevincimizle seviniyorlar. Türkiye’nin dünya kupasında gösterdiği başarıda Azadlık Meydanı’nın tıka basa dolduğunu, en az Türkiye’deki kadar sevinç gösterisinin yapıldığını, hemen her evde bayrağımızın açıldığını söylüyorlar, Azeriler. Ancak Türkiye’den gelen bir takım insanların bu samimi havayı zaman zaman bozduğunu da dile getirmiyorlar değil. Ev sahibimiz Ali, evini bize kiralarken mahçup bir eda ile “Aslında Azerbaycan’a gelen konaklarımıza -misafirlerimize- biz öz evimizi açıyorduk ama baktık ki hepsi aynı değil. Evimizde misafir ettiğimiz Türklerin bazıları hırsızlık yaptı, bazıları ticari anlamda bizi aldattı. Anlayacağınız ağzımız sütten yandı, şimdi yoğurdu üfleyerek içiyoruz, kusura bakmayın.” Diyerek bize mazeretini iletmeyi ihmal etmedi..

Bahri YAĞMUR"dan..

17 Eylül 2011 Cumartesi

Necip Fazıl'ın Malatya Davasından Notlar..


Malatya Davasından Notlar:

Necip Fazıl ayağa kalkarak, iddia makamında sırf kendisine karşı çıkarılan 4 savcıyı göstererek demiştir ki:

-Amme avukatı olarak tek fikir etrafında tek kişinin temsil etmesi gereken iddia makamında bu 4 kişi de nedir? Ben hiç bir operada 4 tenor görmedim!




Necip Fazıl:
-Usule ait gayet mühim bir nokta arz edeceğim. Başlangıçta garip görünse de dinlenmesini istirham ederim. Hapishanelerde sanıklar ve hükümlüler "müddet-i umumi" tabirini "müddeyum" diye telaffuz ederler ve kendileriyle düşüp kalkan, cezalarını infaz ettiren, idam ipini çektiren "müddeiyum" olduğu için onu adaletin başlıca temsilcisi sayarlar. Mahkeme hey'etine de adeta onun bir nevi zabıt katipleri gözüyle bakarlar. Halbuki memleketimizde bazı hukukçuların bile tam manasiyle kestiremediği bir hüviyet olarak savcı, taraflardan biridir ve Batı dünyasında olduğu gibi mahkeme huzurunda yeri sanıkların yanı başıdır. Bu makamda da sanıkların her türlü hücum ve taarruzuna açık hedeftir. Bu bakımdan yüksek adalet temsilcilerinin huzurunda tıpkı sanıklar gibi davalı, davacı ve amme müdafiliğinden ibaret üç unsurdan biri olarak parmağını kaldırıp izinle konuşması ve mahkemenin cereyan şekli üzerinde asla müessir rol oynamaması icap eder. Halbuki hakimlerle aynı sırada ve seviyede oturan bizim "müdeyum"lar, sanıkları susturmakta hakimlerin kulağına eğilip laflar fısıldamakta mübaşire emirler vermekte, adeta duruşmayı idare rolüne bürünmektedir. Yağma yok efendim; bundan böyle yanımıza gelip mevki almasalar da, oturdukları yerden hüviyet ve salahiyetlerini bilerek hareket etmeleri ve her tezahürlerini yüksek heyetinizden müsaade alarak meydana getirmeleri lazımdır. Ve iyice kavramaları gerektir ki eğer hakimlerle aynı sırada oturuyorlarsa, bu, bir hukuk anlayışsızlığının marangoz hatası şeklinde tecelli etmiş ifadesidir.




Necip Fazıl:
-Benim, müteşebbis sanıkları doğrudan doğruya azmettirdiğime dair elde hiç bir delil bulunmadığına, her şey yazılarımdan alınan ilhamla yapılmış farz edildiğinde ve bütün mes'ele böyle bir faraziyenin ceza hukuku bakımından suç teşkil edip etmeyeceği üzerinde olduğuna göre, bu davayı kökünden hall ve fasl edici bir misali takdim etmeliyim: Dünya edebiyatında kıskançlığın şaheseri (Otelle) dur. (Şekspir) in meşhur (Otelle)su. İmdi; hastalık derecesinde kıskanç bir koca, sırf bu hissi yüzünden karısını öldürse de cebinden (Otello) çıksa şu, kürsünün üzerine eğilmiş beni hayretle dinleyen kaytan bıyıklı savcı, (Şekspir)in iskeletine pranga vurulması için Londra Savcılığına müzekkere mi yazacaktır? Daha evvel de söylediğim gibi, her insanda, mücerrede ve umumi telkinlere karşı bir (fren) ve hareketini sırf nefsine bağlayıcı şahsi bir istiklal ve mesule duygusu olmak lazım gelmez mi?




Şahsen azmettirici olmadığı için yazılarının basın suçları çerçevesine girmesi icabetçiğini ve onların da zaman aşımına uğradığını iddia edip tahliyesini isteyen Necip Fazıl hakkinde ilk karar "zaman aşımı görülmediğinden tahliye isteğinin reddine" şeklinde olmuş, müteakip celsedense Necip Fazıl zaman aşımını isnat edince "her ne kadar zaman aşımını isnat edince "her ne kadar zaman aşımı görülmüşse de bu husustaki karar ana hükümle verileceğinden reddine" kaydiye, çok garip bir vaziyet doğmuştur.

Bunun üzerine Necip Fazıl celse kapandığı ve söz hakkı kalmadığı halde, reise hitap etmiştir:

- Efendim; zaman aşımının tespiti ve başka bir noktadan ittihat altında bulunmadığımın tasdiki, vaziyetimi, hukukta "mevad-ı ibtidaye" denilen çerçeveye sokar. Yani Ali aranıyor da Veli olduğum halde Ali yerine de, "Öylesin amma, bu hususta verilecek karar ana hükümle verileceğinden tahliye talebinin reddine" mukabelesinde bulunuluyor. Öyleyse, Ankara'da ne kadar hırsızlık, cinayet, ırza tecavüz vakıası varsa hepsinin birden fâili olarak beni tutsunlar ve benim, aranan adam olmadığım hakkındaki iddiama, "Karar ana hükümle verileceğinden tutukluluk halinin devamına" kararını versinler!...



Necip Fazıl'ın bu hitabına, reisin verdiği fevkalade mânâlı bir cevap vardır:
-Hakkınız var, Necip Fazıl!
Reis Dazıroğlu, zamanenin politikasını ve adalet üzerindeki tazyiklerini istihza yoliyle teşhir eden bir insandı.
Nitekim, Necip Fazılcı reis odasına çağırtmış, yanından jandarmaları uzaklaştırmış ve ona şöyle demiştir:
-Tavan üzerime yıkılacak gibi oluyor. Cübbemi paralayacağım geliyor. Fakat sizi tahliye edemiyorum! Anlayınız!...

7 Eylül 2011 Çarşamba

Asıl “çılgın proje” Osmanlı’yı geri getirmek mi?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 27 Nisan’da İstanbul Boğazı’na bir kardeş geleceğini müjdeleyince ortalık karıştı.
Mimar ve mühendisler, sabahlara kadar televizyonlarda konuşuyor, siyasetçiler tutarlı tutarsız görüşler beyan ediyor, Silivri’deki arsa fiyatlarının daha şimdiden ikiye katlandığı haberleri basını günlerdir meşgul ediyor. Bu arada tarih yazarlarına epeyce malzeme çıktığını görüyoruz.
Tarihî sürece birazdan geleceğim. Ancak dikkatimi çeken iki hususa değinmeden geçmek istemiyorum.
Başbakan, açıklamayı neden 27 Nisan tarihinde yaptı?
İlk akla gelen sebep, 27 Nisan muhtırasının yıldönümünde yapıldı, çünkü darbecilere bir mesaj vermek istedi. Olabilir. Ancak benim bildiğim başka bir gerekçe var: Başbakan, 27 Nisan’da darbe heveslilerine düz bir cevap vermekle kalmadı, aynı zamanda onların tarihteki atalarına da bir cevap vermiş oldu.
Siz bunu merak ededurun, ben kanalların tarihine bir yolculuğa çıkaracağım sizi. Cevap, yazının sonunda…
Osmanlı Devleti’nde tabii ki çok sayıda ‘çılgın’ projeye imza atılmıştı. Bunların bir kısmı gerçekleşti, diğerleriyse arşivlerde ve kitaplarda kaldı.
Mimar Sinan’ın, Kanuni’nin emriyle İstanbul’a su getirmek üzere dağları kazdırması, vadilere su kemerleri yaptırması, bunlardan sadece biridir. Mağlova Kemeri’ni incelemek bile bu büyük projenin kapsamı hakkında fikir verebilir.

Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden bir belgede Sapanca Gölü ile Sakarya nehrinin bir kanalla nasıl birleştirileceği böyle resmedilmiş. (Yedikıta, Şubat 2010).


Bir başkası, Don ve Volga nehirlerinin birleştirilerek Hazar Denizi’ne kadar kuzeyde bir su duvarı oluşturma projesidir. Buna Sokollu Mehmed Paşa zamanında başlanmış ama Kırım Hanı’nın istememesi üzerine yarım kalmıştır. (Halil İnalcık’ın konuyla ilgili ünlü makalesini kendi sitesinden okuyabilirsiniz.)
Bir Osmanlı maden müdürü Ahmed Bey’in Abdülmecid döneminde hazırladığı Kızılırmak’ı bir su yolu haline getirme, II. Selim döneminde Süveyş Kanalı’nın açılması için başlatılan çalışmalar, II. Abdülhamid döneminde hazırlanan Konya ovasını sulama projesi ki, 1913′te bitirilmiştir. Yine Abdülhamid döneminde hazırlanan Boğaz’a köprü ve tüp geçit projeleri, keza Bursa ovasında bataklık yapan Nilüfer nehri suyunun 50 milyon liralık yatırımla İstanbul’a taşınması gibi projeler sayılamayacak kadar çoktur.
Ancak Osmanlı döneminde şimdikinin tersine, bu defa Anadolu yakasını bir ada haline getirecek olan Marmara Denizi’ni önce Sapanca Gölü’ne, sonra da Sakarya Nehri üzerinden Karadeniz’e bağlama çabası, Kanuni’den Abdülaziz’e kadar 300 yıl boyunca ısrarla takip edilmesi bakımından bir istisna teşkil eder.
İlginçtir ama konunun bir de Osmanlı öncesi boyutu vardır. Osmanlı’yı yücelteceğiz diye Romalıların hakkını da yememek lazım. Marmara’yı Karadeniz’e bağlama çabası Osmanlı’yla başlamaz, bundan neredeyse 2 bin yıl öncesine uzanır.
F. G. Moore adlı arkeoloji tarihçisinin “Roma ve Bizans döneminde üç kanal projesi” adlı makalesinden öğrendiğimize göre, birincisi bundan 1.900 yıl, ikincisi ise 1.500 yıl önce düşünülmüş iki proje söz konusu. İlki, Bitinya valisi Genç Plinius’un İmparator Trajanius’a teklif ettiği Sapanca (Sophon) Gölü’nü İzmit Körfezi’ne akıtma projesidir. Özellikle gemi yapımında kullanılan kereste ve kuzeydeki zengin mermer yataklarındaki mermerlerin İstanbul’a taşınmasında bu su yolu büyük kolaylık sağlayacaktı. Ancak gölün denizden yüksekte bulunduğunun tespit edilmesi bu projeden vazgeçilmesine sebep olmuştu. Yapılırsa göl denize akacak ve kuruyacak, böylece amaç ortadan kalkacaktı.
Aynı makaleden Ayasofya’yı yaptıran Justinianus (Jüstinyen) zamanında bu defa daha heyecan verici olan Marmara’yı Karadeniz’e bağlayacak şema hazırlandı. Buna göre Sakarya Nehri Karadeniz yerine Sapanca Gölü’ne akıtılacak, göl de Körfez’e bağlanınca Karadeniz’le Marmara Denizi birleştirilmiş olacaktı. İnşa çalışmalarına başlandığını bildiğimiz bu projeden bugün sadece bir Roma köprüsü ayaktadır.
Osmanlı dönemine gelince, ilk olarak Kanuni’nin Sapanca Gölü ile İzmit Körfezi’ni birleştirmeyi düşündüğünü biliyoruz. İ.H. Uzunçarşılı 1940′ta “Belleten”de çıkan yazısında Mimar Sinan ve Kerez Nikola’nın kazı sahasında çalışmalar yaptıklarını, ancak savaş çıkması üzerine projenin durdurulduğunu yazar. Ancak bu fikir, sonradan Sakarya Nehri’nin de devreye sokulmasıyla bir Marmara-Karadeniz kanal projesine dönüşmüş ve bu haliyle 3. Murad zamanında (1591) yeniden gündeme gelmişti. Bu proje, bugünkünün tersine, Anadolu yakasını İzmit Körfezi ve Sakarya Nehri’nden itibaren keserek bir ada haline getiriyordu.
Bundan sonra Sinan Paşa’nın bu işle uğraştığını biliyoruz ama “Yaptırmayız” diyen muhalefetin dedikleri olmuş ve sonunda vazgeçilmiştir. Keza Avcı Mehmed, I. Mahmud, III. Mustafa, II. Mahmud ve Abdülmecid dönemlerinde de aynı proje ele alınmış ama benzer nedenlerle vazgeçilmişti. Son olarak da Abdülaziz döneminde Ali Rıza Bey adlı bir mimar ve mühendis tarafından ciddi çalışmalar yapıldığı, diğer iki mühendis tarafından da Sakarya nehri hakkında genişçe bir rapor hazırlandığını biliyoruz.

Osmanlı Devleti, tıpkı Roma gibi Kara-deniz’e İzmit Körfezi-Sapanca Gölü ve Sakarya nehri üzerinden çıkmayı planlamış, böylece şimdi Avrupa yakasında oluşacak “ada”yı Anadolu yakasında gerçekleştirmeyi düşünmüştü.


Gördüğünüz gibi, tarih boyunca Marmara’dan Karadeniz’e yeni bir boğaz açma çalışmaları hiç durmamış. Umarız bu sefer başarıya ulaşır.
Şimdi başta yarım bıraktığımız noktaya geri dönelim. Başbakan bu ‘çılgın proje’yi neden 27 Nisan günü açıkladı? Benim değerlendirmem şöyle: 27 Nisan, II. Abdülhamid’in tahttan indirildiği gündür. Dolayısıyla Başbakan, projesini tam da o gün açıklayacağını ilan ederek Sultan Abdülhamid’i kucakladığını ve onun şahsında büyük Osmanlı vizyonunu sahiplendiğini göstermek istemiştir. Nitekim muhtıranın da 27 Nisan’da verilmesinin Abdülhamid’le tersinden bağlantısı olduğunu düşünüyorum. Cevap, “cuk” diye oturmuştur.
Ayrıca Başbakan Erdoğan’ın konuşmasındaki ‘Biz atalarımızın düşündüklerini gerçekleştiriyoruz’ vurgusu bence çok yerindeydi. Cumhuriyet’in başından beri söylenegelen “Biz Osmanlı’dan koptuk, artık yeni bir devletiz” tezine açık bir meydan okuma var burada. Başbakan’ın sık sık dile getirdiği “Yüz yıllık hasret bitiyor” sözleri “Osmanlı geri geliyor”un bir başka söylenişidir bence.
Açıklama tarihi olarak 27 Nisan’ın seçimi ve “Yüz yıllık hasret bitiyor” sözünü yan yana getirdiğinizde, asıl çılgın projenin Osmanlı’yı geri getirmek olduğunu söylemek çok mu aceleci bir yorum olur dersiniz?

01 Mayıs 2011- M. Armağan